Fotoğraflar: Ömral Özkoç
Yazı: Sunay Demircan
Bilinen hikayedir, öğrenme heveslisi altı kör, ‘fil’ diye bir canlıyı duymuşlardır ve tanımak isterler. Bir bilene danışırlar, o da alır bunları filin yanına götürür, “dokunun ve tanımlayın” der.
Birincisi filin karnına çarpar, “bu bir duvar olsa gerek” der. İkincisi, dişine dokunur, “sert ve ucu sivri, herhalde fil dedikleri bir mızraktır” der. Üçüncüsü, hortumu tutar, “aaa, kuşku yok ki fil bir yılandır” der. Dördüncüsü, filin bacağına sarılır, “işte buldum, fil bir ağaç” der. Beşincisi, kulağını bulur, “en kör olan bile bilir bunu, fil bir yelpazedir” der. Altıncısı, kuyruğuna ulaşmıştır ve kuyruğu tutup bağırır “fazla abartmayın, fil dedikleri şey altı üstü bir halattır” der.
Altı kişi aralarında tartışmaya başlarlar, fil aslında nedir?
Aşağıda kısaca değineceğim tartışmanın özü de budur, “bir doğal ekosistem olarak sulakalanlar nedir?”
Hayatımın önemli bir bölümünü sulakalanların korunmasıyla ilgili çalışmalarla geçirdim. Çok şey öğrendim, çok değerli insanlarla tanıştım, muhteşem yerleri gezip görme, inceleme şansına kavuştum. Şunu öğrendim ki, hayatın hiçbir alanında hiçbir sorunun tek ve katılaşmış bir cevabı yok.
Sulakalanlar üzerinden ilerleyecek olursak, kim, neresinden tutuyorsa, sulakalan o’dur.
Koskoca bir ekosistem bu kadar basite indirgenebilir mi?
Evet…!
Sonuç itibariyle ihtiyaçlar, kurgular, oluşan anlam ve gerçeğin inşasıdır olup biten.
Sulakalanlar[1] gibi son derece karmaşık, doğal ekosistemleri nasıl tanımlayabiliriz? Sahip oldukları fauna – flora ile tanımlamak mümkün mü?
Mesela, bu gibi alanlar içerdikleri canlı çeşitliliği ile birer doğa cenneti midir?
Yoksa, sahip olduğu toprak ve su kaynaklarıyla verimli bir tarım – üretim alanları mı? Ya da önemli turizm alanı mı?
Tüm göl doldurulup havaalanı yapılsa, daha mı işe yarar? O “iş” nedir?
Ya da “Sulakalanlar Dünya’nın en zengin doğal ekosistemlerinin başında gelir” gibi, aslında içeriğinin ne olduğunu pek de bilmediğimiz bir cümleye mi sığınsak?
Ya da moda olduğu üzere yüksek sesle desek ki … “Kuş da olsun, çiçek de ama tarım da, sanayi de, turizm de, köy de kent de, yazlık da kışlık da… kaynakları akılcı kullanırsak, iyi planlarsak hepsi olur, birlikte sürdürülebilir bir yaşam kurulur”.
İnsan aklı, kendi geleceğini, kendi güvenliğini oluşturacak bir biçimde kurgulama eğilimi taşır. Kimi zamanlar güvenliğini arka plana atmış gibi yapsa da oluşturduğu tüm anlamlar onun güvenliğine yönelir.
Kişi geleceğini nasıl bir güvenlik ve konfor ekosisteminde görüyorsa, varoluş öyküsünün yaşandığı çevreyi de bu bakışla tasarlar. Bu, bir anlamda ideolojik bir duruştur ve bireyin çevresi ile ilişkisinin “güvenlik” öncelikli tasarımıyla biçimlenir.
Sulakalanlar gibi doğal ekosistemler için, bütüne dair, ortaklaşa bir kavram oluşturmak kolay değildir. Biliyoruz ki, “sulakalan”, kendini oluşturan parçaların toplamından daha büyük, soyut bir ‘bütün’ ile ilgilidir.
Diğer anlamıyla, bir türlü tanımlanamayan o filin bizatihi kendisidir.
Sulakalan: Kendini oluşturan parçaların toplamından daha büyük soyut bir ‘bütün’ ile ilgili
Yazıya, “fili bir bütün olarak tanımlamak kolay değildir” gibi bir ön kabulle başladık.
Sulakalanlar için de durum farklı değildir. Kavramsal tasarımı zihnimizde oluşan belirleyici özellikler üzerinden yaparız; kimine göre kuşlar, kimine göre balıklar, kimine göre başlı başına su, kimine göre de insan ve elde ettiği faydadır o tanımlanmak istenen fil.
Günün birinde bir grup insan kalkar, “biz fili tanıyoruz, onu en güzel anlatan cümleyi de tasarladık, buyurun” der. İnsanlar ister istemez, önlerine çıkan yeni durumla ilgili kavramsal bir ilişki kurmak durumunda kalırlar, zira bilirler ki kavramı değerler taşır. İşte bu değerlerin oluşum hikayeleri önemlidir. Zamanın ruhu bu hikayelere biçim verir, güncellemeler yeni dönemlerin yeni değerlerini belirler.
İnsan – doğa ilişkisine yönelik tüm biçimler birer kavramdır ve kavramlar onu oluşturan parçalar arasındaki ilişkilerin biçimi değiştikçe, kendini güncelleten süreçlerdir.
Güncellemeyi, kavramın içinde yaşayan insan yapar. İnsanın, doğa ile olan ilişkisi kendi içinde çeşitlilik gösterir, bu çeşitliliğin kültürel ve coğrafi boyutları olduğu gibi, kendine yönelik iç dinamikleri de olabilir. Örneğin, yıllar boyu çevresinde yaşadığı göl ile karşılıklı bir yaşam biçimi kurmuş olan bir topluluk, gölün iklimsel veya insan etkisiyle kuruması sonucu temel alışkanlıklarını (hatta bir biçimde dillerini dahi) değiştirmek durumda kalabilir. Bu değişiklik göl ile birlikte yaşamış kuşaklarla gelen su kültü geleneğinin, hayatında su görmeden yaşayacak olan gelecek kuşaklar için anlamsızlığını ortaya çıkartır. Yeni bir doğa tasarımı gerekecektir.
Tıpkı, hayatında doğayı sadece üretim aracı olarak gören ve “yazlık ev” sahibi olmak suretiyle denizin maviliğini seyretme gibi bir geleneği olmayan topluluğun (ki, sahildeki arsalar “işe yaramaz” diye kız evlatlara bırakılırdı kısa bir süre öncesine değin), kendini birden yeni kavramın parçası hissederek, sahilde ev alma tutkusuna kaptırması gibi.
Sulakalan demek, su demektir. Su da hayattır!
“Sulakalan” dediğimizde de yeni ortaya çıkan ihtiyaca karşılık oluşturulmuş, “kabul edilmiş” olan bir kavramsal çerçevedir. Kavramı açıklayan cümle vardır ki, Ramsar Sözleşmesi[2] tarafından yapılmıştır, yani bir otorite bizi bunu anlatır, ki kabulü kolaydır.
“Doğal veya yapay, sürekli ya da mevsimsel, tatlı acı ya da tuzlu, durgun ya da akan, denizlerdeki gelgitin çekilmiş anında derinliği altı metreyi aşmayan derinlikleri kapsayan, başta su kuşları olmak üzere canlıların yaşama ortamı olarak önem taşıyan bütün sular, bataklık, sazlık ve turbiyerler ile bu alanların kıyı kenar çizgisinden itibaren kara tarafına doğru ekolojik açıdan su altında kalan yerler sözleşme kapsamında sulakalan olarak kabul edilir.”
Yukarıda açıklanan Ramsar tanımı, sözleşmenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren, belirli aralıklarla değişikliğe uğramış, bugünkü haline ulaşmış olandır. Sözleşme yarın kalkıp, “yok aslında sulakalan o değil, bu dur” da diyebilir. Bunun nedeni de insanların sulakalan ekosistemlerine atfettikleri değerin ve ihtiyacın, yapılan tasarımı sürekli değiştiriyor olmasıdır. Kavramların güncellenme ihtiyacı, güncelin oluşum sürecinin vazgeçilmez aksiyonudur.
Üstünde fikir birliğine varılan konulardan biri de şudur ki, tarih boyunca sulakalanlar insan yaşamında her zaman önemli rol oynamışlardır. Bu rolün ‘iyi’ ya da ‘kötü’ karakterde olması, sulakalanlara atfedilen tanımın içeriğini belirlemiştir.
Yıllar boyu taşkın düzlükleri, akarsu kıyıları bereketli topraklar mı sundu? Balık mı verdi? Sazlarından evlere, ahırlara dam mı yapıldı? İçme ve kullanma suyu mu sundu? Hayvanlara otlak mı oldu? Sulakalan iyidir!
Günün birinde, o önemli, değerli nehir taştı mı? Gelen selin ardından ekili alanlar, yerleşim yerleri, can ve mal kayıpları mı oldu? Sulakalan kötü!
Sivrisinekler için üreme ortamı mı oluşturdu? Sıtmadan her yıl yüzlerce can mı kaybediliyor? Kötü…!
Kıyılarında yetişen bitkilerden, kükürtlü çamurlarından, suların içindeki sülüklerden, diğer canlılardan şifalı tedavi araçları mı üretiliyor?
İyi…!
Aynı suyun içindeki timsahlar koyunları, çocukları mı tehdit ediyor?
Yılanlar mı zehirliyor?
Akrepler, çıyanlar, fareler…
Elbette kötü…!
Kurak dönemlerde yeraltı sularını mı depoluyor?
İyi…!
Kötü ruhları, cinleri, belaları mı barındırıyor?
Çok kötü, çok …!
İyiler ve kötülerin karışımından oluşan çatışma, insanın kültürünün oluşum malzemesidir bir bakıma. Kültürün biçimini kazanmasında temel etken doğadır. Ya da insanın doğa ile ilişkisi.
Özet olarak, “hayatın biçimlenmesinde sulakalanlar vazgeçilmez bir etkiye sahiptir” diyebiliriz, çünkü sulakalan demek, su demektir. Su da hayattır.
[1] Sulakalan’ı bitişik olarak, bir birleşik kelime halinde yazmayı tercih ediyorum. Bu haliyle, sulakalan özel bir ekosistemi anlatan, özel bir kavram olarak kullanılmaktadır. Doğrusunun da bu olduğu düşüncesindeyim.
[2] Ramsar Sözleşmesi: Özellikle Su Kuşları Yaşama Ortamı Olarak Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkında, Birleşmiş Milletler çerçevesinde taraf ülkelerin imzalayarak onayladığı, sulak alanların korunması ve sürdürülebilir kullanımını sağlamayı amaçlayan uluslararası bir sözleşmedir.
* Bu yazı Sunay Demircan’ın kendi blogunda yayınladığı yazının özet halidir. Yazının tamamını okumak için buraya tıklayabilirsiniz.