Biyoçeşitlilik nedir?
Biyoçeşitlilik terimi, tek hücreli bakterilerden hektarlarca uzanan ormanlara kadar dünyamız üzerinde mevcut tüm canlı formlarını kapsar. Bütün bu canlılık birbirine tutunmuş şekilde bir ağ içerisinde var olur. İnsan odaklı bakınca önemini göremediğimiz bazı parçaları bu ağdan çektiğimizde ise tüm yapının sağlamlığının bozulduğunu, yavaş yavaş üzerimize çöktüğünü görürüz. “Biyoçeşitlilik kaybı” olarak adlandırdığımız, sürdürülebilir geleceğimiz için en büyük tehdit durumu da tam olarak budur. Soluduğumuz havanın kalitesinden içilebilir su kaynaklarının varlığına, yediğimiz gıdaların ulaşılabilirliği ve hatta toprağımızın verimliliğinden hava felaketlerinin sertliğine kadar belirleyici bir güçtür biyoçeşitlilik. Dolayısı ile biyoçeşitliliği tehdit eden tüm faktörler, bu olmazsa olmaz kaynak ve koşulları da tehdit eder.
Biyoçeşitliliği Tehdit eden ana baskılar
Son yıllarda konu üzerinde yapılan raporların çoğu, biyoçeşitlilik üzerindeki baskıları 5 ana tehdit başlığı altında sınıflandırmaktadır. Bunlar;
- Habitat kaybı
Tarım alanları yaratmak için ormanların kesilmesi ya da mineral madenciliği için deniz dibinin kazılması bu tehdidin sebeplerindendir. Kısa vadeli ve insan odaklı getirisi için yapılan bu faaliyetler, uzun vadede hem insanlığa hem de onun ayrılmaz bir parçası olduğu gezegenimize geri dönülmez zararlara sebep oluyor. Tarım alanı için kestiğimiz ormanlarda, sadece ağaçları değil ağaçların köklerinde bulunan, toprağın verimliliğini sağlayan mikroskobik mantarları da kesiyoruz aslında. Bunun sonucunda topraktaki azotu, toprağın havalanmasını sağlayan bakterileri ve birbiri içerisinde denge tutturmuş böcekleri, o dengenin koruyucusu olan kuşları da alandan kovmuş yani habitat kaybına sebep olmuş oluyoruz.
- Kirlilik
Aradan çok zaman geçmeden bir de bakmışız ki uğrunda orman biyoçeşitliliğini baltaladığımız tarım topraklarımız verimsizleşmiş, su tutma kapasitesi düşmüş, yüksek maliyetli gübreler kullanmak, her sene toprağı sürmek, zararlı böcekler için ilaçlamalar yapmak zorunda kalmışız. Yazının girişinde bahsettiğimiz o ağın en tepesinden en dibine kadar kirleticileri doldurmaya başlamışız. Yer altı su kaynaklarının kirletilmesine, akarsulardan denizlerimize ve göllerimize uzun vadede ötrofikasyon[1], müsilaj[2] gibi felaketlere yol açmışız ve ağır metaller gibi kirleticileri doldurmaya başlamışız. Geri dönüp bakınca bir düşünmek lazım; tarım arazisinden elde ettiğimiz gelir, içme suyu bulamadığımız, denizlerden balık tutamadığımız zaman hâlâ insanlık için kazançlı bir faaliyet midir?
- Aşırı avcılık
Karadan denize uzanan bir örnek verdik. Peki denizlerin içindeki biyoçeşitlilik ne durumda?
[1]Göl gibi herhangi bir büyük su ekosisteminde, başta karalardan gelenler olmak üzere, çeşitli nedenlerle besin maddelerinin büyük oranda artması sonucu, plankton ve alg varlığının aşırı şekilde çoğalması.
[2] Bazı mikroorganizmalar tarafından üretilen bir maddedir. Deniz salyası, deniz müsilajı ya da deniz sümüğü denizlerde görülen kalın, yapışkan organik maddeler topluluğudur.
Yapılan öngörülere göre 2050 yılı kadar yakın bir gelecekte, dünya denizlerinde balıktan çok çöp olması bekleniyor. Bunun sebeplerinden bir tanesi karasal çöplerimizin çoğunun denizlere atılması, balıkçılık faaliyetleri sırasında denizlerde bırakılan yüksek miktarlarda “hayalet” ağlar, gemicilik faaliyetleri sırasında denize basılan kirleticiler… İşin bir de aşırı avcılık kısmı var. 1900’lerin ortalarında, balık stoklarının bir miktar baskı altında olduğunda, veriminin artacağı teorisi kabul gördü. Nasıl ki ağaçların daha güçlü büyümesi için doğru şekilde budanmaları önerilirse, balıkların da belli bir miktar avlanmasının hiç avcılık yapılmadığı
durumlardan daha bol olacağı yönünde hesaplar yapıldı, makaleler yazıldı. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı ve aşırı avcılık sonucunda pek çok tanıdık bildik türümüzü pazarlarda bulamaz olduk. Aşırı avcılık, özellikle balıkçılık konusunda yönetişimi oldukça zor bir konu. Çünkü eskiden göz ardı edilebilir derecede az olduğuna inanılan kayıt dışı avcılığın tahminimizden çok daha büyük etkiye sahip olduğunu üzülerek öğrendik. Torunlarımızın değil, çocuklarımızın ileride balık yiyebilmesi için sürdürülebilir balıkçılık düzenlemelerinin oldukça sıkı ve acil şekilde yürürlüğe konması gerekiyor.
- İklim değişikliği
İklim değişikliği belki de çevresel tehditler arasında en bilineni. Bu sorun önce küresel ısınma, sonra ise iklim değişikliğinden öte iklim krizi olarak adlandırıldı. Adına ne dersek diyelim, durumun ciddiyetini şöyle örneklendirebiliriz. Örneğin bizler yazın yaylaya çıkan, kışınsa sahile inen yarı-göçebe bir türüz, pek çok balık, kuş, memeli türü gibi. Biz insanların da bazen mevsimlik evleri olabiliyor. Fakat eğer bizim de davranışlarımız balıklar kadar çevresel faktörlere bağlı olsaydı, biz de “artık yazlar çok bunaltıcı” diyerek klimaları daha çok açmakla yetinemez, her sene daha kuzeyde bir yazlığa ya da yaylaya taşınmamız gerekirdi. Balıklar da tam olarak böyle yapıyor. Örneğin 16 derece sıcaklığı seven bir hamsi olalım. 10 yıl öncesine kadar balıkçılarımızın da rotası olan, kıyıya yakın Karadeniz civarlarında yaşıyor olurduk. Fakat artık Karadeniz suyu daha ılık! Kliması olmayan biz hamsiler için 16 dereceden 17 dereceye çıkan su sıcaklığı çok şey değiştirir. İhtiyacımız olan 16 dereceyi bulmak için daha açıklara, daha serin sulara açılmamız gerekirdi. Ve bu da balıkçılık sahalarından çıkıp Türkiye sofralarında yer bulamamak ve hatta değişen akıntılar sebebiyle belki de göç etmeyi bırakıp orta Karadeniz bandında yerleşik hayata geçmek, aşırı avcılık nedeniyle zaten azalmamız sonrası tüm Karadeniz sofralarında “nerede bu hamsi!” nidaları anlamına gelirdi. Benzer şekilde 1 santigrat derece artış/azalış oldukça karmaşık ve katastrofik değişimlere, biyoçeşitlilik kayıplarına yol açtığından iklim değişikliğinin öngörülemez etkileri olacağını kabullenmeli ve gerekli adımları atmalıyız.
- İstilacı türler
Sokağa çıkıp “Doğaya en çok ne zarar verir?” diye sorulsa İstilacı Yabancı Türler (İYT) belki de en az alacağımız cevaptır. Ama en çok biyoçeşitlilik kaybına yol açan sebeplerin başını çekiyor. Peki nedir istilacı tür? Kime istilacı, kime yabancı tür diyoruz? Yabancı tür, bulunduğu yerin doğal ekosisteminde bulunmayan, ama çoğunlukla insan aktiviteleri ile yeni bir bölgeye taşınıp orada yerleşmiş olan türlere denir. Örneğin bir yurtdışı seyahatinde, ülkemizde olmayan bir bitkiyi çok beğenip tohumunu getirip evinizin bahçesine ekseniz, oraya bir yabancı tür taşımış olursunuz. Fakat bu bitki hızla büyür, çoğalır ve tüm bahçeyi ele geçirirse ardından topraktaki nemi, güneş ışığını diğer yerli bitkilere hiç fırsat vermeden alıkoyarsa, bahçenizin yerli türleri bu misafirin baskısı altında tutunamaz ve hızla yok olurlar. Bu baskınlığın sürmesi durumda bu tür bahçenizi istila etmiş olur, evinizde biyoçeşitliliği kaybedersiniz ve ona istilacı tür deriz. Bu terimlerin detayları merak edenleri için IUCN sayfasında inceleyebilirsiniz.
Ülkemiz denizlerinde en tanınan istilacı tür olan balon balığı, aslan balığı gibi türler Akdeniz’de biyoçeşitliliğimizi ciddi şekilde tehdit etmekte. Belki fark etmişsinizdir, artık barbun, çipura gibi yerli balıklarımızı tezgahlarda bulamıyoruz, bulursak da altın pahasına! Bunun sebeplerinden en büyüğü, Kızıldeniz ile Akdeniz arasına açılan kanal sonrası azalan fiziki bariyerler, dolayısı ile kıyılarımıza yerleşen istilacı yabancı balıkların yerlilere yer bırakmaması. Bu önemli tehdit ile ilgili devam etmekte olan ve Avrupa’nın ilk İstilacı Yabancı Türlerle Mücadele için hazırlanan Alansal Yönetim Planı örneğini oluşturan MarIAS projesi ile ilgili detaylı bilgilere aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz.
Derleyen: Saba Başkır